Kestane ağacının kesilmiş olduğunu salondan kulağıma gelen seslerden işitmiştim. Daha sabahın körü, ne vakit kesilmişti ki? Benim ağacımdı o, benim. Yataktan alelacele fırlayıp odamdan çıktım. Yer sofrasında, diz üstü çömelmiş kahvaltısını yapan annemi gördüm ilkin. Yanında kardeşim Mehmet, karşısında ise sofranın epey uzağına geçmiş yalanıp duran evin köpeği Ceviz vardı.
“Niye kestin ağacı, off anne ya!” diye bağırıp kendimi sokağa attım. Arkamdan seslenmişlerdi, ama dönüp cevap vermedim. Kestane ağacının kesilmesi akıl alır şey değildi. Annemin amacı beni mutsuz etmekse, evet doğru yoldaydı.
Öylesine hızlı koşuyordum ki kapıdayken aceleyle ayağıma iliştirdiğim terlik yol boyunca çıkıp durdu. Fındık bahçesinin engebesini tırmanırken epeyce zorlandım bu yüzden. Arada bir kayıp düşmüş, bir defasında az kalsın aşağıya yuvarlanmıştım. Tüm bu aksiliklerle birlikte, hava da çok soğuktu, üstüme bir şeyler almayı unuttuğumdan adeta donuyordum. Bu havada ağaç kesilir mi hiç? Of be anne, off! Neden yaptın bunu? Kaç aydır ağaç hakkında söylenip durmuştun gerçi. Çürümüşmüş de komşunun yandaki bahçesine zarar veriyormuş da... Hadi canım oradan!
Düşe kalka yamaca doğru tırmanmaya devam ettim. Sonunda bahçenin tepesindeki düzlük alana vardım. Ağacın kalıntısına ulaştığımda daha fazla tutamadım gözyaşlarımı. O upuzun, gür yapraklı devasa ağaçtan geriye kısacık, dizlerime kadar anca gelebilen bir gövde kalmıştı. Delirecektim, gerçekten kafayı sıyıracaktım bir gün. Öfkeyle etrafıma bakınıp yerden ne bulabildiysem elime aldım, yan bahçeye rastgele fırlatmaya başladım. Havaya savurduğum avuç büyüklüğünde bir taş bayır aşağı yuvarlanırken endişeyle onu izledim. Sonra da komşu bahçedeki fındık ağaçlarından birine kontrolsüz bir tekme savurup yere kapaklandım. Al sana zarar vermek, beni de mi keseceksin şimdi? Elimden gelse ateşe verirdim bütün fındık bahçelerini.
Nefes nefese kalmıştım öfkemi çıkaracağım diye. Son bir kuvvet doğrulup kestane ağacının kalıntısına yalpalayarak ilerlerdim. Yoktu işte. Kim bilir ne zaman kesildi ağacım. Ben uyuyorken, çok erken saatlerde olmalı. Kollarımı incinmiş gövdesine sardım. Elimle okşadım, parmaklarımın ucuyla gövdenin üstündeki izlere, halkalara dokundum. Gençti daha, sekiz yahut dokuz yıllık olmalıydı. Ağaçların kaç yaşında olduğu gövdelerindeki halkalardan ölçülebilirmiş, babam bir keresinde böyle söylemişti.
Babam kestane ağacının bir gün kesileceğini bildiği için mi böyle demişti? Sanmam. Hem ağacın halkaları baltanın açtığı yarıkların arasında kaybolmuş, izler birbirine karışmışken herhangi bir hesaplama da yapılamıyordu. Kaç yaşında öldüğünü bile bilemeyecek miyim şimdi? Yaklaşık olarak, belki tahmin edebilirim. Doğum günümde, babamın hediyesiydi. Ama hangi doğum günüydü bu? Liseden yeni mezun olduğuma göre… En az beş yıl önce olmalıydı. Annem biliyordur aslında. Annem mi? Annem falan değil artık o benim. Saçmalama!
Annesiz kalmaya nasıl dayanırım? Sabah kahvaltı da yapmadım, karnım acıkmaya başlamıştı. Eğer artık annem yoksa ayvayı yemiştim açıkçası. Çok güzel yemek yapardı, onsuz açıklıktan ölebilirdim. Ölmem de yani, açlıktan kıvranırdım en çok. Ayrıca arkamda bıraktığım dağınıklığı da o toplamaz mıydı her zaman? Canım annem benim, annelerin bir tanesiydi. Aman, hala ne diyorum ben ya? Sinirliyim ona, hem de çok. Ama... Gerçekten sinirli miyim acaba? Sabah adeta kuduruyordum öfkeden. Şimdi ise gayet sakindim. Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şeyden de emin olamıyordum. Emin olduğum tek şey, sinirli gözükmem gerektiği. Nasıl kıyabildi güzelim kestane ağacına? Babamın anısını yaşatmak istemiyor olmalı. Hiç, hem de hiç... Öyle mi? Hayır. Haksızlık olmasın, babamın giysileri hala gardıropta, nasıl bıraktıysa öyle duruyordu. Kimselere vermedi annem onları. Üstünden kokusu çıkmasın diye de hiç yıkamadı.
Ağacın gövdesine sarılmış, yere yüzükoyun yatıyorken, yamacın aşağılarından gelen bir takım sesler duymaya başladım. Hemen sonra ayaklarımda yumuşak, sıcak bir şey hissettim, kafamı çevirdim. Ceviz kirli topuklarımı yalıyordu. Az önce aşağılardan parça parça işittiklerim yakınlaşıp hızlı adımlarla yürüyen birinin ayak seslerine dönüştüler.
Mehmet’in, “Abicimmmm” diye bağırdığını duyunca istemeyerek de olsa doğruldum. Dalga geçerdi şimdi. Hemen gözlerimi silmeye çalışsam da ne yazık ki yakalandım. “Ağlama abicimmmm, yenisini dikeriz.” dedi Mehmet.
Pişmiş kelle gibi sırıtarak yanıma geliyordu. Yere düşmüş kestanelerden birini tutup şakasına fırlattım. Çevik bir hamleyle kurtuldu. Aklıma bayır aşağı yuvarlanan taş geldi. “Mehmet” dedim anlık bir endişeyle. “Bugün kimseye taş falan çarpmadı değil mi köyde?”
Mehmet sorumu bitirir bitirmez kahkahalara boğuldu. “İyice kafayı sıyırdın abicim, kime niye taş çarpsın” diye yanıtladı. Sonra yanında getirdiği hırkayı fırlattı. “Al, annem gönderdi”
“Annem falan değil artık o benim” dedim sinirli gözükmeye çalışan, ama inandırıcı olmayan bir ses tonuyla. Yuvarlayıp top haline getirdim hırkayı, Ahmet’e geri fırlattım, ama havalanıp rüzgârla beraber açılan hırka tekrar ayağımın dibine düştü.
“Yazık, yazık...” dedi Mehmet. “Annemin oğlu değilsen artık, biz de kardeş değiliz. Aslında bu...”
“Gevezelik yapma” dedim lafını keserek, aksi halde konuşup duracaktı. “Aşağıdaki çeşmeden testiyle su getir bakalım.”
Eliyle asker selamı veren Mehmet bayır aşağı, çeşmeden tarafa koştu. Ceviz ise ağacın birinin altına oturup yalanmaya başlamıştı çoktan. Hale bak! Biri yalanıyor, diğeri maytap geçiyor, ben de burada ağlayıp duruyordum. Garibine gitti çocuğun tabi, ağacın biri için bu kadar üzülmem. Ağacın biri mi? Babamın hediyesiydi o, benim özenle büyüttüğüm kestane ağacıydı. Ama sadece benim için özeldi sanırım. Bir anlamı yoktu diğerleri için. Zaten bütün köy babama benzediğimi, ufacık şeyden etkilendiğimi söyler dururdu. Oysa ben ağacın kesildiğine değil, üstündeki balta izlerine ağlamıştım. Balta izleri, babamın göğsünde kaza sırasında açılan yaraya benziyordu. Köye yakın bir yerdeydik, araba keskin bir virajın sonundan bayır aşağı yuvarlanmıştı, bugün fırlattığım taş bayır aşağı nasıl yuvarlandıysa o şekilde. Gerçekten onun gibi mi düşmüştü acaba? Tam olarak değil. Mesela kimse bizi endişeyle izlemedi o gün. Kimse yardıma da gelmedi bu yüzden. Ancak saatler sonra arka koltukta ayılabildim, çarparak durduğumuz fındık ağacı arabaya girmiş, babamın göğsüne saplanmıştı. Ön koltukta gözlerini havaya dikmişti babam, bir yerlere dalıp gitmişti sanki. Dalıp gitmiş miydi diye sordum kendime. Az sonra ayılacağını düşündüm, niye böyle düşündüm? Sonra elimle okşadım, parmaklarımın ucuyla göğsünün üstündeki izlere, halkalara dokundum.
“Hop abicim” dedi Mehmet, çoktan yanı başıma gelmiş, gözlerime doğru parmak şaklatıyordu. “Nereye dalıp gittin öyle”
Dalıp gitmiş miydim? Dalıp gitmiştim. İç çekerek, “Geç otur Mehmet” dedim. Sonra testiyle ağacın kesik gövdesini sulamaya başladım. Mehmet gözlerini kısmış, ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. “Babamın öldüğü gün, yuvarlandığımız bayırda bir tanecik kestane ağacı olsaydı, belki fazla hasar almadan durduracaktı arabayı.”
Babamın konusu açılınca o hareketli, hiperaktif Mehmet gider, yerine suskun, melankolik Mehmet gelirdi. Eline aldığı bir dalı yere sürterek, sakince beni dinlemeye başladı şimdi. Kesilen ağacı gösterdim. “Belki bayır aşağı yuvarlanacak başka birinin hayatını kurtaracaktı bu kesilen ağaç...”
Mehmet önce havaya bakındı. Sonra, “İyi de abi” dedi. “Tepedeyiz zaten, buraya araba düşemez ki.”
Gıcık kardeşim benim. Sevimli çocuktu, ama yanında ağız tadıyla iki edebiyat yapılmıyordu. Evet, ben de biliyorum buraya araba düşmeyeceğini. İnsanı bozmadan edemiyor muydu? Testinin dibindeki suyu döküp bitirdim. “Al dedim, doldurup getir yine.”
Merak etmiş olacak ki “Niye su döküp duruyorsun?” diye sordu. Cevap vermedim. Niye su dökmeyeyim ki? Tekrar büyütecektim ağacı. Gerçi bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Ama çoğu kez kesilen ağaç gövdesindeki yarıkların arasından çiçeklerin baş verip büyüdüğünü görmüştüm. Kestane ağacı ölse de, halen ondan beslenen, ondan doğup büyüyen çiçekleri izlerdim en azından... Bunu Mehmet’e söylesem, yine dalga geçerdi kesin. Halen cevap bekliyor, şaşkın şaşkın bakıyordu bana. “Hadi” dedim. “Su getir bir daha.”
“Neden suladığını söylemezsen getirmem” dedi. Onla mı uğraşacaktım? Testiyi alıp kendim gittim suyu doldurmaya. Hava sabahkinden bile daha soğuktu şimdi. Hırkayı tepede, yerde bırakmıştım. Giyse miydim acaba? Ama Mehmet’e annemle ilgili söylediğim cümleden sonra, geri adım atamıyordum. Keşke en baştan geçirseydim sırtıma hırkayı. İyiden iyiye de acıktım, ağacı sulamaktan vazgeçip eve dönesim, karnımı bir güzel doyurasım vardı. Ama nasıl yapayım bunu? Kestane ağacımı kesmişlerdi benim, sinirli olmam gerekiyordu. Hem şu çiçek çıkarma işi ne denli çocukça ve komik olursa olsun, soğuğa ve açlığa karşı motive ediyor, dayanma gücü veriyordu bana.
Testiyi doldurup tepeye çıktım tekrardan. Ağacın gövdesini suladım. Mehmet bir yandan somurtarak beni izlerken, diğer yandan Ceviz’i seviyordu. “Annem de üzüldü.” dedi bir anda. “Bizim babamız öldüyse, onun da kocası öldü.” Sonra hiçbir şey demeden Cevizi de kucaklayıp gitti. Gözden kaybolur kaybolmaz yerdeki hırkayı geçirdim hemen üstüme. Sonunda ısınmaya başladım, sıcak iyi geldi. Ayrıca... Ne dedi şimdi bu Mehmet? Annem de mi üzülmüş, evet üzüldü tabi ki. Ama bunun ağaçla ne ilgisi var? Yine saçmalayıp gitti işte, sanırım.
Mehmet gittikten sonra testiyle tepeye su getirip ağacı suladım birkaç kere daha. Çiçek falan çıkmadı gövdeden. Hava iyice karardı. Açlığımı bir şekilde bastırmam gerekiyordu. Önümdeki kestanelerden biraz atıştırdım. Ağacımla böylece vedalaşmıştım. Sonra yerde toplanmamış fındık kalıp kalmadığına bakındım, ama sezon bitip, hasılat harmana serildiğinden hiçbir şey bulamadım. Mehmet haklıydı, gerçekten haklı mıydı? Annemin kocası öldü ve ben kazadan beri ona hiç yardım etmedim. Tüm fındığı o ve bazen yardıma gelen akrabalarımız toplarken, ben yan gelip yattım. Bu bahçelerin tamamından nefret ediyordum, bana kalsa hepsini ateşe verirdim. Fındık ağaçları değil miydi babamı öldüren? Benim babamı kestane ağacı öldürmedi. Kestane ağacının hiçbir günahı yoktu. Yeter!
Biliyorum. Mehmet haklı işte. Annem çok üzüldü babam öldükten sonra. Babam bu halimi görse ağacı gider kendisi keser, annemi yalnız karnım acıktığında hatırladığımı işitse yüzüme okkalı bir tokat yapıştırırdı herhalde. Öyle mi yapardı? Babam normalde bana kıyamaz, ama son zamanlar yaptığım nankörlükleri görse sinirlerine de hâkim olamazdı. “Ağaçsa ağaç, ne var yani?” derdi. Hem burası tepede kalıyordu. Kimi kurtaracaktı bu ağaç, kesilmemiş olsaydı bile?
“Annem de üzüldü” demişti Mehmet ve bu söz neden kafamın içinde yankılanıp bana işkence etmeye devam ediyordu? Pişmanlık duymaya başladım. Testiyi yere bıraktım, bayır aşağı yuvarlandı, endişeyle izlemedim. Sinirli falan değildim, sinirli gözükmeye çalışmaktan da yorulmuştum. Sabah hissettiğim öfke, daha tepeye varıp ağacın kalıntısına sarıldığım anda çoktan kaybolup gitmişti aslında, ondan sonrası kuru bir inattı. Fındık toplarken anneme yardım etmemem de bir inattı. Babamı öldüren fındık ağacına karşı bir inattı. Ama neye yaradı? Ayağa kalktım. Burası tepeydi, burada kestane ağacına gerek yoktu. Bir gün Mehmet’le beraber kaza yerine giderim, arabanın devrildiği viraja yeni bir kestane ağacı dikerim.
Eve doğru yürümeye başladım. Yemek yemeğe değil, annemden özür dilemeye gidiyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder