Bağa tespihin tanelerini sabırlar şakırdatıp, mezalimlikleri ev içini kokutmuş çöp gibi savuruyor. Yani dayı; Diyarbakır Cezaevinde sahiden size dışkı mı yedirdiler?
Tespih, fraksiyon değiştiren solcular gibi taraf değişip şakırdıyor. Kokusu burnumuza kadar gelmiş gibi suratını ekşitti. Damarlı ellerini savurup “ohooo daha neler var!” diyor. Sabrına hayran hayran bakaduruyorum. Taş olsa bunca zulüm görse çatlar. Seksenler deyince aklımın perdesinde nostaljik filmler belirmiyor. Mahide teyzenin ağlak halleri, çaresizliği ve cezaevi yollarında helak oluşu beliriyor. Onun belleği nasıl yaralıdır, kim bilir? Fakülte kantininde biri çıkıp seksen darbesinden sonra kurulan YÖK’ü protesto etmeye davet ediyorum deyince dayımı düşünüp, gittim. Kapıdaki polisler ve panzerler çepeçevre sarmıştı. Elinde makineyle katılanları bir bir fişleyen Hamal’dı. Hırpani giyimi, göbeği ve kaba saba haliyle bir devlet memurundan çok hamala benzediği için hamal lakabı takılmıştı. O, Eğitim Fakültesi kampüsünün kadrolu sivil polisiydi. Hamal birini kıskancına aldımıydı kesinlikle vize akşamı ya da final akşamı evine baskın yapılırdı. Sınav geceleri gözaltına alınırdı ki okulu uzatsın. Kadrajına aldı. Çekti. Deklanşörün sesi silah sesi gibi içime işledi. Ayaklarım titredi. Yıllardır devlet memuru olan babama nasıl anlatırdım? Kahrolsunlarla dağıldık. Kantine gittik. Kalbimde gümbürtü. Kasım sonunda sınavlar var. Vizelere kadar dayanırsam artık bir şey olmaz. Tekrardan sınava girmeyi bile düşündüm. Sahil kenarı bir şehirde okuma hayallerimin içine edilmişti. Ailecek etmişlerdi. Fen bilimlerini bile sırf aile isteğiyle okudum. Şimdi de başıma Kimya çıkmıştı. Genel Kimya Laboratuvarı dersindeki hocayla da takıştım. Badem bıyıklarına küfredince duydu sanırım. Yanına çağırıp benim sınavlarıma boşuna girme dedi. Ondan çok bahsedince üst sınıflardan badem bıyıklının hayat hikâyesini öğrendim. Askerler köylerini basmış, evlerini boşaltıp köyü alev topuna çevirmişler. Batıya göç edip, Stokholm sendromuna yakalanmış. Solcu öğrencileri polislere bildiriyor. Muhbirlik yapıyormuş. Hamal sık sık odasındaymış. Bunları işitince vizelere birkaç gün kala memlekete gitmeye karar verdim. Babamlara haftaya sınav var, başlamadan sizi göreyim diyorum. İyi ettin deyip en sevdiğim yemekleri yapıyorlar. İkinci gün kendimi dışarı atıyorum. Bildik sokaklara atmanın güveniyle, adını bile bilmediğim mahallelerden, yemek kokularının saçıldığı kapı eşiklerinden geçiyorum. Unutuyorum her şeyi ta ki tanıdık bir sima görene kadar. Duvar dibindeydi o beni gördü. Ooo yeğenim! diye seslenince el mecbur yanına gittim. Hüsnü “bize iki” dedi. Parmaklarını, provalıymışçasına zafer işareti yapar gibi kaldırdı. Hüsnü kafasını salladı. Çayları getirmeden önlüğe ellerini sildi. Çünkü; bardakları birkaç suyla yıkamıştı. Hüsnü titiz insandır. Çayları sıcak sıcak yudumlarken beni sorguya çektiğinin farkındaydım. Bilincimi ölçüyor. Yani sen bu iktidar hakkında ne düşünüyorsun? Babamla aynı fikirde miyim diye aslında merak ediyor. Patadanak da sormak istemiyor. Onun istediği dilden kelam edince içi ferahlıyor. Kapıda reno beliriyor. Ellerinde telsizlerle polisler iniyor. Kapı isyan eder gibi gıcırdıyor. İçeriye tam dört ayak dalıyor. Fazladan dört ayak dalınca herkes ayaklanıyor. Önüme atılıyor. Tam bir süvari.*Ayaklarım bilmediğim bir dansa başlıyorlar. Buldular beni! Sen deyip mahalle fırınındaki Ahmet’i işaret ediyor. Ahmet’i biliyorum partiye takılıyor. Sen diyor Rohat’ı gösterince eminim artık. Fişlemişler bizi. Köşeye gelip bizim telaşımızdan şüpheleniyorlar sanırım. Siz ikiniz! Arabayı gösterdi. Dört kişi sıkışıp bindik. Kahvehanenin tamamı çıkıp bizi izledi. Babama mutlaka anlatırlar. Korkuyor muyum? Babamdan korkmuyorum da annem içindeki denizleri taşırmasın! fakat “ben oraya gidiyorum: boğulmaya.”** Cami’yi Kebir’in ön kısmında ayakkabı boyayan Bahri amcayı görüyorum. İçimden dua et diyorum. Allah’ın kapısındasın her gün. Bizden de biraz bahset, sitare etsin. Söz duaların tutarsa gelip sana ayakkabıları boyatıp yüklüce para vereceğim adak niyetine. Seyyar satıcıların bağırışlarını aklıma kazıyorum. Purtekaaal, Purtekaaal. Aaaalar biz ilerledikçe azalıyor. Portakallara bakıyorum solmuş ***yine de sularını saça saça yemek istiyorum. El freninin gıcırtısıyla ileri doğru sallanıyoruz. İvme tam da bu diyesim var. Karakolun önündeki dağ gibi karanlığı anca seçiyorum. Karanlık gözlerimi alıyor. İnin lan! İniyoruz. Bunları taşıyın bakalım! Bunlar dediklerine bakıyorum. Kayısı ağacından odunlar. Soyunup taşımaya başlıyoruz. Taşırken arada dayımla göz göze geliyoruz. Yorgunluktan terler, istila edilmemiş toprak bırakmayan Moğol ordusu gibi tenimin her yerini kaplıyor.
Karanlık basmadan bitti. İşte şimdi işkence başlayacak, sorgu, sual. Bari yemek verseler hepimiz bitap durumdayız. Kapıdaki nöbetçi polis bizi süzüyor. İçeri gidip deri montlu polisi çağırıyor. “çok yoruldunuz suçunuzu affettik” dedi. Bir daha da olur olmaz işlere bulaşmayın deyip gönderdi. Olur olmaz! Henüz akşam ezanı okunmamıştı. Topuklarımızdaki ağrılarla sert taşların karnına basıp yürüyorduk. Rohat; “Nazif dayı yane ne oldi? “neye çağırdılar bizi” manasında sordu. Hamal lazımdı para vermeye gönülleri el vermedi. Bizi seçtiler işte neyini anlamadınız lan. Sinirlendi. Açlıktan şekerimiz düşünce yemeğe eve gidelim dediler. Bu halde dışarda yemek yenmez. Yolda tezgâh gördüm. Kocaman portakallar vardı. Dayı dedim sabahtan canım portakal çekiyor. Alayım mı? Elini salladı, portakal mı o! Baktım avelavel “he” dedim. “kırefut o kırefutt”****
*“benim küçük dayım Nazif yakışıklı, hafif, iyi süvari”
**İsmet Özel Bir Devrimcinin Armonikası
*** ”Kendi toprağından çıkmadan önce portakal yetiştiren bir çiftçi şöyle demişti; sularını yabancı bir el verirse portakallar solar” Gassan Kanafani Hüzünlü Portakallar Ülkesinde
**** Greyfurt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder